29 Mayıs 2009 Cuma

"Günahkar ve melek" 'ten...


        Çocukluğumuzda koyunların kesilişlerini hiç gizlemezlerdi bizden. Bizlerde kendi kendimize sorardık, acaba acı çekiyor mudur, ya da nasıl bir acı çekiyordur diye. Tek derdimizde bu değildi. Sabahın şafağında dağa bayıra saldığımız hayvanlarımız, akşam olup da eve döndüklerinde eksik olduklarını, kiminin de parçalanmış bacakları, boyunlarıyla, ürkek ve tedirgin oluşları bizi ne çok ağlatırdı. Doğanın vazgeçilmez kanunuydu bu şüphesiz. Vahşi yırtıcı hayvanlar yaşamak için bizim sevdiklerimize saldırılardı. Biz çocuklar aklımız yetip de bunları düşünebildiğimizde o vahşi hayvanlara da kızmadık, onları da bağrımıza basar af dilenirdik. Dilenirdik elbet, çünkü yüreklerimiz hiç dayanamazdı sonlarına. İnsanlar tarafından tüfekle, sopayla öldürülen o hayvanları hiç anlamadığımızı görürdük. Öfkeyle, aklımızla yok eder, dağıtırdık yuvalarını. İçimizdeki düşmanlığı, vahşi yanı, o hayvanların bizlere verdikleri zararların acısını hayatlarına son verme yoluyla bastırır, korunuyoruz bahanesiyle de ört bas ederdik. Bizim için de hayatın trajik yanı buydu sanırım. Küçük suçların giderek ağırlaşan duygu travmaları, içinde boğulduğumuz insan, doğa ilişkileri ve sevinçlerimizin kaynağının yenilenebileceğini düşündüğümüz tükenişiydi sanırım.

       O halde, elimizde hunharca katledilişlerin resmi varken, kendimizi savunmak ve suçlarımızı hafifleştirmek adına şu cümleleri kurabilir miydik? ‘Demek ki bizler köyümüzde bu acılı ya da hülyalı günlerimizde, hayatın renklerinde düşüp kalkarken, kaybettiğimiz sevdiklerimiz için günahsız ağıtlarımızı yakarken, meyve kabuğunu doldurmayacak meselelerin ince hesaplarının peşinde, düşman bellediğimizi alt etmek için bin bir türlü sabır taşı çatlatırken, dünyanın başka bir yerinde başka insanlar, keyifleri uğruna gözlerini kırpmadan bir insan başını hançerle kesip gövdesinden ayırabiliyormuş. Hepimiz masum sayılırdık. Ellerimize kılıç alıp, tanrının yarattığını unutupta birilerini boğazlamadığımız sürece suçsuzduk, bunu yapanlar ise günahkârdı. İçimiz rahat olmalıydı. Yalan söylememiz, sadakatten uzak olmamız, hırsızlık yapıp hak yememiz, kibirlenip insanlara tepeden bakmamız, komşumuz açken tok yatmamız, bu dünyada sadece ben varım dememiz, bizi günahkâr ve de suçlu yapmaya yetmezdi.’ 

       Evet, bu cümleler içimizi rahatlatabilirdi ama yinede şunu unutmamalıydık. Küçücük bir karıncanın bile yaşamaya hakkı vardır. Yolunda giderken öncelik ve saygı görmeye, su içerken rahatsız edilmemeye, işe yaramaz, faydasız gibi görülmemeye, bir çöpmüş gibi tozlarla süpürülmemeye, bizler daha gelmezken onların bu dünyada var olduklarını bilmemize, kaderlerinde insan yaşamının etkili olabileceğini düşünmemize hakları vardır sevgili okur. Öyleyse durup kendimize sağlam birkaç soru sormamız gerekmez mi? Hakkımız olan şey nedir ve olmayan şey. Söylememiz gereken şey nedir ve söylemememiz gereken şey. Yapmamız gereken şey nedir ve yapmamamız gereken şey. O zaman hak ettiklerimizi ve etmediklerimizi görüp, suç ve günah kavramının neresinde olduğumuzu anlardık. Ne kadar neydik, ne kadar ne değildik bilirdik.

        Şehre geldiğime pişman olmak için erkendi elbet, fakat hatırlamadan edemiyorum işte. Serin pınarlarını, dağlarında otlattığım düşünemeyen ama o masum türü de unutmadım tabi. Tarlada hasat toplayışımız, ekmek pişirmek için odun taşımamız ne zor gelirdi bizlere. Büyüklerimizin bir araya gelip de anlattıkları o hikâyeler yok muydu? Komşularımızın patates savaşları, dağ başlarında kuzularımızı koyunlarımızı otlatırken yağmura, doluya tutulduğumuzda, derelerimizi sel bastığı anlarda nasılda korkardık. O körpe kuzuları çılgın sular alıp götürdüğünde ne çok korkardık büyüklerimiz kızar diye. Evimizin biricik köpeği, sabahları uyanırken yorganımın üzerinde benimle sabahlayan uzun alacalı tüyleri olan kedimi hep hatırlıyorum. Hayatımda sadece ailem ve onlar varken, ben daha böylesi çetrefil, yalanlarla, hilelerle, entrikalarla, savaşlarla, kavgalarla dolu, sözüm ona hayatın farkında değilken, kendi fazlasız ve sakin dünyamda daha mutluymuşum meğer.

     Şehirden köyümüze gelen insanlar bizlere hep kendi şehir yaşantılarından bahsedip, bizlerinde çalışmak için şehirlere gitmemiz gerektiğini söylerlerdi. Büyük şehirlerde yollar asfaltlı, her taraf dükkân, araba ve lüks mekânlarla dolu derlerdi. Ve orada çalışan biri, bu pis gübre kokusundan, çamurlu yollardan kurtulduğu gibi, üstü başı temiz, ayağında ayakkabılar, sırtında göz alıcı pırıl pırıl elbiseler olurmuş. Özellikle de saygı ve itibar görürmüş. Keşke o çamurlu yollarda, toprak kokusunda yaşamaya devam etseydik. Hayvanlarımızla kötülüklerden habersiz, biz bize yaşardık. Ah keşke öyle olsaydı. Kimse bize bu balçığa bulanmışlıktan bahsetmedi ki. Kimse sahte hayatının, lüks ve anlatıldığına sahibine mağrurluk kazandıran görüntüsüne halel getirmedi ki.    

 

                                                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder