31 Temmuz 2011 Pazar

Aşk neydi?

"Hikâyesini anlatacağım adamın hiçbir hastalığı yoktur. Her akşam mastürbasyon yapmadan yatamayışı ve bunun için zaman zaman çoraplarını kullanmasından başka. Belki bu da değildir. Hastalık sandığımız şey sanırım bilgi yanımızda yokken doğru bildiğimizi –ısrarla- sanmak durumuydu. Böylece bizim doğrularımız, bildiğini sanan genetik ruh halinin karşısında duran cahil bir bilgi makinesi olmaktan öte geçemez. Gerçek şu ki iyi ve akıllı kimseler sadece duruşa bakan öz dünyalı varlıklardı. Hayat güzeldi ve yaşanmalıydı. Kaybettiğimiz sevdiklerimize rağmen…"


Bir Barbie Hikâyesi..

16 Haziran 2009 Salı

Korkularımın gerçeğe dokunduğu an...


Çoğu zaman şehirde gezinmenin zararıma olduğunu düşünüyordum. Zira bu şehir bana kötü yanını göstermek için, içinde yaşayanlarla birlikte kuvvetle muhtemel bir anlaşma içindeydi sanki. Ya da ben çok arsızdım da köşe bucak yaşanan ürkütücü şeyleri kendime çekiyordum, görmek ve kahrolmak için. Şehirler bilgisayar çağına girmişlerdi kuşkusuz. Daha önce bilgisayar görmeyen ya da kullanmayan biri için bile keyif verici olabilirdi, çocukların keşfetmek için tuşlarına dokunduğunu görmek. Fakat buna rağmen gözlerimi pür dikkat üzerinde tutmam gerekmezdi. Buna, artık kendini olgun ve yetişkin gören birinin, bunu anlamsız bulma olasılığından dolayı bakışlarını azaltacağı düşüncesi de eklenebilirdi, bütün yersizliğiyle tabi.

Bir kahve beni kesmemişti. İçinde aynı zamanda duvar diplerine sıralanmış bilgisayarların olduğu bu mekânda, bir yenisini istiyordum. Kahveme attığım şeker miktarını çoğaltmıştı ki, karıştırma süresi de o denli uzamıştı. Aklımda kendimle ettiğim bilgisayar muhabbetini unutmuştum bir an, ta ki o iniltileri duyana kadar.

İniltiler neredeyse ekrana gömülecek kadar bilgisayara yakın oturan, sırtı bana dönük çocuğun hemen gözlerinin dibinden, yani ekrandan geliyordu. Diğer çocuklar ise masa üzerilerine hafifçe eğilmiş, duvar örme tekniğiyle izlediklerini gizliyorlardı. Ayağa kalktım ve uzun boy avantajımla ekrana bakmaya çalıştım. Bu iniltilerin neye ait olduğunu, nereden çıktığını anlama merakı belirmişti kafamda. Aman Allah’ım…

Bir gölgeydi bu. Alışık olduğumuz, en bildik en tanıdıklarından. Yere uzatılmış, tutulmaya çalışılan bir gölge. Ve gölge kıpırdamaya çalışıyordu. Onu gaddarca tutan ellerin altından kaçıp kurtulmaya çalışan bir gölgeydi bu. Sanki bir güç bu gölgenin ne olduğunu görmemi istemiyordu. Belki de çok korktuğumdan algılayamamıştım. Ama çözülen şeyler vardı, etrafındaki nara atan insanlar, elinde parıldayan hançeriyle yüzü gizlenmiş bir cellât ve gölgenin sırtında bağlanmış bir çift el, gölgenin elleri… Böyle bir durumda bunu algıladığınız zaman aklınız başınızdan gidebilir ve benim için daha da çözülüyordu. Gördüklerim, asla hiçbir zaman hiçbir yerde, yaşanması muhtemel olmayan, uygulanması mümkün olmayan, insan metabolizmasını, fizyolojik yapısını, hücre aktivitelerini değiştirecek, sinir sistemini alt üst edecek bir şeydi. Çocukların çığlık atıp kaçması gerekirken, gördüklerini gülüşlerle izliyorlardı. Nesneler hareket ve belirlilik kazanmıştı. Bu bir insan yüzüydü. Acılar çeken, korkmuş, ürkmüş ve rengi gitmiş bir yüz. Bu bir insan ağzıydı, yalvarışlar sergileyen. Bunlar insan gözleriydi, son anlarını bile dehşetin, savaşın resmine bakar gibi kızıla bürünmüştü. Kuruyan pınarları tek damla yaş dökemeden, keskin bıçağın parıldayan yüzüne bakıyordu.

Elleri bağlanmış bir insan yerde kesilmeyi bekliyordu. Etrafındakilerden destek alan cellât, bıçağına sıkıca sarıldı ve yerdeki kurbanı kesmeye hazırlanıyordu, hem de hiç duraksamadan, acı duymadan bir insan kesecekti. Dünyanın en ağır suçunu bile işlemiş olabilirdi, yinede onu kurtarmalıydım, böylece bakamazdım. Bu küçük bilgisayar ekranından, kurbanın yanına uzayıvermiştim. Sahip olabildiğim bütün gücüm ve intikam duygumla yanındaydım kurbanın. Öyle güçlü olmalıydım ki, cellâdı ve yanındaki kötü adamları yok etmeli ve kurbanı çıkarmalıydım oradan. Yanıma daha büyük bir bıçak, tesirli bir silah almıştım. Kurbanın başında belirdiğimde insanlar kaçışmaya başlamışlardı. Şimdi ben daha güçlü ve en çok korkulacak kişi olmuştum. Cellât neye uğradığını şaşırmıştı, haklı bir öfkeyle onu yok edebileceğimi anlayıp oradan uzaklaşmıştı. Elimdeki dev silahtan çıkan iri mermileri sağa sola savurup çevreme korku yayıyordum. Bana karşı koyacak kimsecikler olamazdı. Bu gerekli ve yerinde bir davranıştı, başka türlü düşünmek kaybetmek olurdu. Hızlı ve çevik hareketlerle birazda korkuyla kurbanı çözüp kurtaracaktım. Kurbanlık bir hayvanın bile hayata bu şekilde veda edişine yaralanırken yüreğim, bu insanın hunharca katledilmesine seyirci kalamazdım.

Ellerimi kurbana uzatıp çekmeye hazırlanıyordum, fakat bir sorun vardı, ellerim bir türlü kurbana ulaşmıyordu, varamıyordum yanına. Gürültülü bir ses tonu, kalbimin şefkatini yok ediyordu. Buradan uzaklaşmam gerektiğini söylüyordu. Bir masam varmış, üzerinde yarım kalan kahvemle. Beni masama yönlendirmeye çalışıyordu ve bana dokunmasıyla uyanmıştım gene. Kendimi ekranın dışında buldum, bana dokunan mekân sahibiydi. Çocukların uçarı, haşarı eğlencelerine ortaklık ettiğimi düşünmüştü ki, “Sizde yerinize oturunuz” diyordu. Vücudumun refleks kabiliyeti gördüklerimin tesiriyle kaybolmuş, donup kaldığımı bilemezdi tabi. Bir kahramanlık rüyasına daldığımı, acıların beni esir aldığını bilemezdi elbet. Çocukları kovmuştu histeriyle. Son gözüme takılan karelerde inilti ve hırıltılarla bir adamın iştahla kesilmesi vardı. Cellâdın yüreği bir parça olsun acıma duyumsamayan, yaptıklarına göz yuman bir yapıdaydı, hiç tiksinmemişti kan akıtmaktan. Öyle bir adam görüyordum karelerde. Sonra son kareler belirdi, bitiş karelerini gördüm. Kesilen adam, başı gövdesinin üzerine konulmuş, üzgün bir yüzle bitiyordu görüntüler.

Onu kurtaramamıştım. Hoş, kurtaramazdım da, benimkisi sinir bozukluğumun yarattığı bir hastalıktı. (doktora gitseydim öyle derdi) Yine de utanç kavramı, belleğimi örülmüş duvar gibi kuşatmıştı. Katliamda küçük bir payımın olduğunu, insan olma ülküsüyle yüzüme çarpmıştı. Durun diyecek kimse yoktu oracıkta. Nara atarak seyrettiler kan akışlarını. Bir hayat o gün çok ucuza kapatılmıştı, ucuz ve çok kirli bir yolla. Hiç birimiz yoktu orada, hiç birimiz gözyaşı dökmedi.

Uzun süreler aklımdan hiç çıkmadı o görüntüler. Boğazımda sanki hep bir bıçak, nasıl olduğunu bilmediğim bir acıyla, kanımı akıtacak gibiydi. Bıçaklardan korkmuştum artık, hiç suçları olmadıkları halde.

Mekândaki çocuklar filmi kahkahalarla seyretmişlerdi. Onlar çocuktu belki, bir oyun gibi bakıyorlardı, kaybeden adam oyunu... Ama yüreğim normal bir şeymiş gibi algılamama karşı koymuştu. Ne vardı da sanki kalktım masamdan. Ne vardı görecek bu eşsiz kıyımı. İnsanlık insan olma özelliğini yitirmişti ya, inançlarımız, sevdalarımız yok olup gitmişti ya. Düşünen canlı tür, taş bile sayılamayacaktı, değersiz, anlamsız bir maddeye dönüşmüştü. Hatta bu hiç bilinmeyen bir maddeyi bile aşağılamak demek olmuştu. Elle tutulamıyordu varlığımız, hele gözle hiç görünmüyordu. Hiç yoktu, sıfırdı.

O mekânda yaşadıklarım geçmişimi hatırlatan ve bu şehirde ki şiddetli kavgaların, işlenilen günahların, bir insanı boğazlamayla kıyaslamaya götürecek olan küçük bir fotoğrafı olmuştu. Kimseyi boğazlamamış olmamız bizi masum yapıp, suçlarımızı alıp götürebilir miydi? Yoksa kendimi teselli mi ediyordum? Kafa kesen adamdan sonra rahatlıkla sokağa çıkıp, tertemiz duygusuyla gezebilir miydim? Gördüklerimin ve yaşadıklarımın suç unsurları ve niteliklerinin arasında kalmıştım. Belki daha günahsız, daha saftık, ama geçmişimizde yaşadıklarımız şimdi bende suçluluk duygusu uyandırıyor. Bazı şeyleri yeniden düşünüyor, yeniden hesaplıyorum.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Uzaktan "ben"i gördüm...


      Kendimle barışık olmadığım, kendimi beğenmediğim bir sabahtı. Bazen günün başka saatlerine de denk gelirdi bu. Sık sık yapıyorum bunu. Hayata küstüğüm anlarda, zaten iyi bir hayatım, iyi bir kazancım yoktu, hatta dikkat çekecek iyi bir görüntüm de yoktu gibisine bahaneleri, kızgınlığımın ve sebepsiz nefretimin nedeni sayıyordum. Bu şeylere sahip değilken, birde hayatı başkalarının planları için yaşıyor olmam, dayanılmaz bir şeydi. Bazen başımın ayrı, vücudumun ayrı varlıklar olduğunu düşünüyorum. Hatta insanların benden ürktüğünü de. Kalabalıkların içinde göze çarparım, dikkat çekerim. Böyle biriyken her an topun ağzında gibisinizdir. Güzel, bakımlı ve alımlı bir bayan ya da erkek, toplum düzenini sağlamaya çalışanların, suçlu ya da suç işleyebilecek kişileri arayanların gözüne rahatlık verirken, bense en çok gözlerine şüpheli adam olarak takılabilecek biriyim. En azından biraz daha güzel, biraz daha özene bezene yaratılmış bir yüze sahip olsaydım diyorum. Öyle biriyken, hayata barışıkken, bu saçma kuruntu ve hastalıkvari saplantılara sahip olmazdım, başka biri olurdum her halde. 

29 Mayıs 2009 Cuma

"Günahkar ve melek" 'ten...


        Çocukluğumuzda koyunların kesilişlerini hiç gizlemezlerdi bizden. Bizlerde kendi kendimize sorardık, acaba acı çekiyor mudur, ya da nasıl bir acı çekiyordur diye. Tek derdimizde bu değildi. Sabahın şafağında dağa bayıra saldığımız hayvanlarımız, akşam olup da eve döndüklerinde eksik olduklarını, kiminin de parçalanmış bacakları, boyunlarıyla, ürkek ve tedirgin oluşları bizi ne çok ağlatırdı. Doğanın vazgeçilmez kanunuydu bu şüphesiz. Vahşi yırtıcı hayvanlar yaşamak için bizim sevdiklerimize saldırılardı. Biz çocuklar aklımız yetip de bunları düşünebildiğimizde o vahşi hayvanlara da kızmadık, onları da bağrımıza basar af dilenirdik. Dilenirdik elbet, çünkü yüreklerimiz hiç dayanamazdı sonlarına. İnsanlar tarafından tüfekle, sopayla öldürülen o hayvanları hiç anlamadığımızı görürdük. Öfkeyle, aklımızla yok eder, dağıtırdık yuvalarını. İçimizdeki düşmanlığı, vahşi yanı, o hayvanların bizlere verdikleri zararların acısını hayatlarına son verme yoluyla bastırır, korunuyoruz bahanesiyle de ört bas ederdik. Bizim için de hayatın trajik yanı buydu sanırım. Küçük suçların giderek ağırlaşan duygu travmaları, içinde boğulduğumuz insan, doğa ilişkileri ve sevinçlerimizin kaynağının yenilenebileceğini düşündüğümüz tükenişiydi sanırım.

       O halde, elimizde hunharca katledilişlerin resmi varken, kendimizi savunmak ve suçlarımızı hafifleştirmek adına şu cümleleri kurabilir miydik? ‘Demek ki bizler köyümüzde bu acılı ya da hülyalı günlerimizde, hayatın renklerinde düşüp kalkarken, kaybettiğimiz sevdiklerimiz için günahsız ağıtlarımızı yakarken, meyve kabuğunu doldurmayacak meselelerin ince hesaplarının peşinde, düşman bellediğimizi alt etmek için bin bir türlü sabır taşı çatlatırken, dünyanın başka bir yerinde başka insanlar, keyifleri uğruna gözlerini kırpmadan bir insan başını hançerle kesip gövdesinden ayırabiliyormuş. Hepimiz masum sayılırdık. Ellerimize kılıç alıp, tanrının yarattığını unutupta birilerini boğazlamadığımız sürece suçsuzduk, bunu yapanlar ise günahkârdı. İçimiz rahat olmalıydı. Yalan söylememiz, sadakatten uzak olmamız, hırsızlık yapıp hak yememiz, kibirlenip insanlara tepeden bakmamız, komşumuz açken tok yatmamız, bu dünyada sadece ben varım dememiz, bizi günahkâr ve de suçlu yapmaya yetmezdi.’ 

       Evet, bu cümleler içimizi rahatlatabilirdi ama yinede şunu unutmamalıydık. Küçücük bir karıncanın bile yaşamaya hakkı vardır. Yolunda giderken öncelik ve saygı görmeye, su içerken rahatsız edilmemeye, işe yaramaz, faydasız gibi görülmemeye, bir çöpmüş gibi tozlarla süpürülmemeye, bizler daha gelmezken onların bu dünyada var olduklarını bilmemize, kaderlerinde insan yaşamının etkili olabileceğini düşünmemize hakları vardır sevgili okur. Öyleyse durup kendimize sağlam birkaç soru sormamız gerekmez mi? Hakkımız olan şey nedir ve olmayan şey. Söylememiz gereken şey nedir ve söylemememiz gereken şey. Yapmamız gereken şey nedir ve yapmamamız gereken şey. O zaman hak ettiklerimizi ve etmediklerimizi görüp, suç ve günah kavramının neresinde olduğumuzu anlardık. Ne kadar neydik, ne kadar ne değildik bilirdik.

        Şehre geldiğime pişman olmak için erkendi elbet, fakat hatırlamadan edemiyorum işte. Serin pınarlarını, dağlarında otlattığım düşünemeyen ama o masum türü de unutmadım tabi. Tarlada hasat toplayışımız, ekmek pişirmek için odun taşımamız ne zor gelirdi bizlere. Büyüklerimizin bir araya gelip de anlattıkları o hikâyeler yok muydu? Komşularımızın patates savaşları, dağ başlarında kuzularımızı koyunlarımızı otlatırken yağmura, doluya tutulduğumuzda, derelerimizi sel bastığı anlarda nasılda korkardık. O körpe kuzuları çılgın sular alıp götürdüğünde ne çok korkardık büyüklerimiz kızar diye. Evimizin biricik köpeği, sabahları uyanırken yorganımın üzerinde benimle sabahlayan uzun alacalı tüyleri olan kedimi hep hatırlıyorum. Hayatımda sadece ailem ve onlar varken, ben daha böylesi çetrefil, yalanlarla, hilelerle, entrikalarla, savaşlarla, kavgalarla dolu, sözüm ona hayatın farkında değilken, kendi fazlasız ve sakin dünyamda daha mutluymuşum meğer.

     Şehirden köyümüze gelen insanlar bizlere hep kendi şehir yaşantılarından bahsedip, bizlerinde çalışmak için şehirlere gitmemiz gerektiğini söylerlerdi. Büyük şehirlerde yollar asfaltlı, her taraf dükkân, araba ve lüks mekânlarla dolu derlerdi. Ve orada çalışan biri, bu pis gübre kokusundan, çamurlu yollardan kurtulduğu gibi, üstü başı temiz, ayağında ayakkabılar, sırtında göz alıcı pırıl pırıl elbiseler olurmuş. Özellikle de saygı ve itibar görürmüş. Keşke o çamurlu yollarda, toprak kokusunda yaşamaya devam etseydik. Hayvanlarımızla kötülüklerden habersiz, biz bize yaşardık. Ah keşke öyle olsaydı. Kimse bize bu balçığa bulanmışlıktan bahsetmedi ki. Kimse sahte hayatının, lüks ve anlatıldığına sahibine mağrurluk kazandıran görüntüsüne halel getirmedi ki.    

 

                                                               

26 Mayıs 2009 Salı

Başıma gelmiş korktuklarım...

Şehirleri, binaları boş arzuluyorum. Hiç kimsenin olmadığı, evlerinde kimsenin yatıp kalkmadığı, meyhanelerinde tek bir şarkının mırıldanmadığı bir yerde yaşıyor olmayı diliyorum. Öyle varsayıp öyle yaşıyorum. İnsanlara olan kızgınlığımla, düşünen bu türe tahammülsüzlüğümle ve aynı zamanda onlara ihtiyaç duyabileceğim düşüncesiyle havaleler geçiriyorum. Rüyamın içinde yine bir rüya görüyorum, küçük bir rüya bu. O rüyamda insanlara özlem çekiyorum. Sıcak sohbetler ve koyu dostluklar için çırpınıyorum. Soğuk ve ucube adamın, merhametle çarpan yüreğini göstermek için can atıyorum. Her nefesten kopmuş, tam bir umutsuz vaka olarak görünüyor ve de ağlıyorum. Hiç kimse bana bir güler yüz göstermiyor. Zamanında bana gösterilen güler yüzleri, iyi niyet ve şefkat gösterilerini ise algılayamayacak kadar içime gömüldüğümü, bu nedenle karmaşık hesaplarla boğuştuğumu görüyorum. Yalnızlığa itildiğimi seziyorum. Kulağıma sürekli hata yaptığım söyleniyordu, insanlardan kaçmanın hatası. Sonra bu rüyadan uyanıyorum ve asıl rüyamın gerçekliliğine dokunuyorum. Küçük rüyamda gördüklerimden kendime hiç bahsetmiyorum. Çünkü asıl rüyamda gerçek ve istediğim hayatı yaşadığımı düşünüyorum. Aldatılmaktan zor kurtuluyorum. Düşünen türün aldatıcı varlığından sıyrılmak için kendime yalan söylüyor, küçük rüyamın büyük rüyamı baltalamaya çalıştığını savunuyorum. Küçük rüyamın beni insan içine çekmeye çalıştığını ve bu olursa büyük bir kıyıma uğrayacağımı anlatıyorum. Sonra asıl rüyam galip çıkıyor. Biriken öfkem asıl rüyamdan da çığlıklarla uyanmamı sağlıyor. Bütün bunları bir çırpıda kenara bırakıyorum. Geride tek bir şey görüyorum, ama gerçek bir şey. İkinci ve bilmediğim hastalığım, beni insanlardan uzaklaştıran şeymiş. Onların kavgaları zararları yüzünden de bunu bir şans olarak görüyorum. Küçük rüyamın ise bana özlem ateşiyle kahır çektirdiğini fark ediyorum. Bu şehirde insanlarla olan sorunlarımı, bedel ödeyişlerimin nedenini onlara olan küskünlüğümde görüyorum. Bir teselli arıyorum ve hemen buluyorum. Çünkü insanların yaptığı hatalar o kadar çok ki… En doğrusu bu diyorum, onlara küsmek. Hiç bilmediğim bir hastalığımın da, diğeri gibi boş işler yapmak, hayali kahramanlıklar yapmak yerine, daha fazla sorun yaşamamak için, daha fazla keder ve de dertlenmemek için beni onlardan uzak tuttuğunu anlıyorum. Bunun faydasını yaşıyorum. Küçük rüyama tekrar bakmadan da edemiyorum. Büyük rüyamdaki gibi yaşamak istediğimi biliyor ve bunun için elimden geleni yapıyorum.

Böyle yaşıyor olmayı gerçekten istiyor muyum bilmiyorum. Kötümser bir olasılıkla bu bilinçaltı bir korku da olabilirdi. Nihayetinde ben bir şehre gelmiştim ve düşlediğim ya da var olduğunu sandığım bir yaşantının çok uzağına düşmüştüm. Bütünüyle hayal kırıklığıydı. Beni karşılayan manzaranın hızla şekil değiştirmesi, özünde çürümüş olduğunu ve yanıltıcı renkli görüntülerle hafızama girmiş olduğu yadsınamazdı. Şehri gerçek renkleriyle algılayabildiğimde, geri dönüş isteğimin saplandığım bataklıktan, kâbuslarla ve sürekli tekrar eden uyanışlarla bağırdığımın görüntüsü olduğunu anlıyordum. İşte benim yaşadıklarım ve diğerlerinin yaşadıkları. Bunları düşündüğümde ilkin kendimi dışarıda devam eden hayatın içinde görüyorum. Birde bakıyorum ki dışarıdayım, özgürüm artık. Ama kâbus haline gelen bu yaşadığım şeyler, içinde zuhur ettiği düşünen tür davranışlarında kendini tekrar gösteriyor. Tekrar aynı ya da benzer sahneler dışarıda beni karşılıyor. Aynı yerdeyim. Belki aynı değil ama farklı siluetler, bana yaşamın kanıtı olan inişi, çıkışı kavgayı, gürültüyü, kısaca yaşadığımın kanıtı olan şeyleri savurup duruyorlar.
Biliyorum, bu korkularım gerçeğe dönüşecek ve bir gün yine kafam bozulacak, kendimi kaybedeceğim. Sırf yaşamın kanıtı olsun bahanesiyle de yine kendime bir rol seçeceğim ve küçük ya da büyük bir ihtimalle yine buraya döneceğim. Eğer dönmezsem, o zaman mutlaka, şu an aklıma asla gelmeyecek olan bir durum içinde bulacağım kendimi. Sanırım bilinçaltı korkumun nedeni de bu olsa gerek. Bilinmeyen bir cisim olmayı arzularken, insanlardan kaçmanın zaten beni tek başıma kalmaya mahkûm edeceğini, bu davranışımın beni bilinmeyen bir cisim haline getireceğini bilecek olmam ve yaşamın kanıtı adına böyle bir sondan kaçamayacağımın korkusu. Haklı sebeplerden pişman olmak istemeyeceğim. Bir gün dışarıdayken bunları yaşayacağımdan dolayı ve bundan kaçmak için gerçekten vurdumduymaz olacağım. Hiç konuşmayan, hiç kimseye yanaşmayan, güvenmeyen, yabani bir yaşam süreceğim. Belki, ama belki…

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Herhangi bir şehir...

Bu şehrin caddelerinden geçerken, her an yıkılmış kaldırımlar ve kurumuş turunçlar görürüsünüz. Evlerinde kederlenip de gezintiye çıkanlar, mutluluk verici hiçbir şeklin olmadığını bilirler. Bu yüzden başlarını dikip, soğuk yüz ifadeleriyle şehrin dışına giderler, kimileri de sahile uzarlar. Kol gezen kabadayılar, zayıfların üzerinde güç denemsi yaparlar. Kendi başlarına buyruk yasaklar koyarlar bu şehrin sokaklarına. Onları da takım elbiseli, kravatlı adamlar kullanırlar. Tıpkı ceza evi koğuşları gibidir, bileği güçlü olanlar temkinli ve baskın olurlar. Ceplerinde para, akıllarında korku vardır. En çokta yumruklarını konuştururken görünürler, bazen kendi, bazen de düşmanlarının kanıyla. Sonra ben hayalimde kırar dökerim kimisini, korkutur, yaşadığına pişman ederim.
Kimimiz korkak, kimimiz de zekidir. Gücü yetmeyenlerimiz küfreder serserilere. Gâh içinden, gâh kaderine bırakıp, sesimiz çıktığınca sayarız art arda. Gücümüz yetmemiştir çünkü fakat ezilmişizdir. Böyleyken rahatlatır bizleri, gereksiz ve faydasız olduğunu bilsek de küfürlerin. Ve korkaklarımız sığınmaz hiç yasalara, zeki kimseler ise kılık değiştirir, adamına ve şekline göre.
Giyilen kıyafetler ne kadar renkli ve zengin şekillerle donatılmışsa da, bu kıyafetlere karışan, eden de o denli çok bu şehirde. Bir kadın yanındaki adama sınırlarını anlatıyordu. Ve istediği elbiseyi giyip gezebileceğinden bahsediyordu. Bunun için adamın kendisine diyebileceklerini ve diyemeyeceklerini sıralıyordu. Adama göre kadının kocasına bağlılığı giyeceği kıyafetlerdeydi, kadına göre ise hislerinde ve duygularındaydı. Kimileri zararsızlığını, barışçıl yanını dilediklerini giymekteki özgürlüğünde görüyordu. Kimisi de özgürlüğün anlamını giydiği kıyafetlerde arıyordu.
Bu şehirde insanlar yer değiştirirler bazen. Önce ilk bulundukları yerdeki başarılarını heyecanla anlatırlar. Geldikleri noktada işlerini en iyi yapan kimselerdir. A noktasındayken B noktasındakilerini daha az sorumlu olmakla, rahat olmakla suçlarlar. Yer değiştirdiklerinde ise, tuhaf bir şekilde zor olan işleri üstlendiklerini söylerler. Bunu yapanlar hepimiziz, aklı başındakiler, kendini bilmezlerimiz. Yükselmeye, daha fazla kazanmaya çalışanlar. Yanındakilerinin zaaflarından ötürü, kendilerini tamamlayıcı, kurtarıcı görenlerimiz. Yerine göre değişmemiz, kolaya kaçma gerçeğimiz olanaklıdır.
Ayakları çıplak, üstleri kirli ve yırtık çocuklar var bu şehirde. Yaşıtları da hemen şuradadırlar, şu devasa binalarda. Akşamları büyük ve üzeri doldurulmuş masanın etrafında, yemekten sonra kendilerine anlatılacak masalların hayaliyle hızla ve keyifle tüketirler yiyeceklerini. Hepsi de masumdur çocukların. Tek farkları şanslarıdır. Bir kısmı, onları çöplüklerde görüp de yürekleri burkulan kimselerin, büyük ve ihtişamlı salonlarda onlar için yaptıkları konuşmanın içinden geçen bir cümledirler sadece. Diğer kimseler ise evlerinde anne ve babalarının konuşmalarını bitirip de dönmelerini bekleyenlerdir.
Göz alıcı büyük yapılar vardır bu şehirde. Daha içine girmeden görkemiyle etkiler sizi. İçerisini göstermeyen büyük pencerelerin ardında, sizi sarıp sarmalayacak, gönlünüzü rahatlatacak görevliler vardır. Bir gün işiniz düşer ve gidersiniz oraya. Ve o an hayallerinizin gerçekten hayal olmaktan ibaret olduğunu anlarsınız. Esas o an yalnız kaldığınızı görür, sizi dinleyecek kulaklar ararsınız. Ta ki içeri girene kadardır, girmeden evvel hayal ettiğiniz gibi sanırsınız.
Aşk bu şehirde herkese uğrardı. Erkeklerin kadınları sevdiği, kadınların erkekleri sevdiği, erkeklerin erkekleri sevdiği, kadınların kadınları sevdiği bu garip şehirde aşk da yaşanırdı. Sıkıntıya soktuğu da olur bizi. İlle de güzeline âşık olduğumuz zaman. Ve şimdi masamda oturmuş güzelin birine bakarken, aklımdan bu şehrin donuk resimleri geçi verdi. İlk gelenlerin asla göremeyeceği ve bu şehrinde asla göstermeyeceği yüzünün resimleri.
Kendi yüzümü ne yapmalıyım diyorum. Bütün güzellerin bakmaktan zevk alacağı güzel adam beklenirken, ben yüzümün hangi tarafıyla yaklaşmalıyım. Sol çaprazımdan bakıldığında daha iyi göründüğümü düşünüyorum. Önümde duran güzele solumla yaklaşmalıyım önce. Masasına fena görünmeyen bir adamın oturduğunu kabul edecektir. İlk başta tanışma faslı olur her halde, belki sonra kahve de söylerim. Kendime çeki düzen verip, nazik bir adam olmalıyım, biraz da kasmalıyım aslında, her şey yolunda gitmeli. Sık sık gülümsemeliyim, fazla da konuşmayan biri, gizemli gibi görünmeliyim. Daha çok ona konuşma şansı tanımalıyım ve o bana alışana kadar, ona sol yanımla bakmalıyım.
Sonra vakit ilerlemiştir. Yanımdaki güzel iyi görünen yanımdan hoşnut, şikâyetsiz, hala beklemektedir. Biraz edepsizleşirim, çıplak hayal etmeye başlarım onu. Daha da ileri gider, peydahlanan şımarıklığımla sulanmaya başlarım. Kaldığım yere davet ederim. Gözlerimi üzerinde gezdirir, çok sık olmak üzere çok güzel olduğunu söylerim.
Biliyorum, görünüşümün bana puan kaybettireceğini bilmemin yanında, onunla nasıl konuşacağımı bilmeyişim de buna sebep olacaktı.
Yanımdaki güzel art niyetli olduğumu düşünmeye başlar artık. Masasında söylediğim onca güzel sözün, kıvranıp acınacak hallere girmemin, önceden tasarlanmış tavlama eylemi ve bundan ibaretlik olduğunu anlar. Sonradan görme birinin iyi başlayıp yüzüne bulaştırdığını anlayıverir. Bana dönüp der ki, “Biz aynı dünyaların insanı değiliz” ve çekip gider. Büyük ihtimalle geriye kuruntularım ve yersiz korkularım kalır. Başladığım gibi bitiremememin, acemiliğimin su yüzüne çıkması kalır.
Böyle onlarca hikâye yaşanır bu şehirde. Hiç birinin önceden yazılmış bir kitabı yoktu. Hele aşkı nasıl bulursun, nasıl başlamalısın diye bir kitap hiç yoktu. Bu yüzden çok yalnızdık bazılarımız ve hayalden aşklar kurardık. Nasıl davranacağımızı bilmezdik, utanır, sıkılırdık. Sadece âşıkları seyreder, kopya çekerdik. Bazen denemeler yapardık, sonra tekrar başa döner, umutsuzluğumuzla karşılaşırdık.
Bazılarımız böyleydik bu şehirde. Pişmanlıklarla dolu aklımızla yorgun argın odamıza döner, hiç utanmadan resimlere bakar, filmler izler ve sabırsızca günahlar işlerdik. Asıl aşkı nasıl buluruz, bu bedeni nasıl fark ettiririz diye, kendi kendimizi de yer bitirirdik.

Bir günlük "Dünya" ziyareti...

Dünyada yaşadığım ve kaçtığım tek günümden bir alıntı. Kimimiz yalan söyleme, hile yapma, küfretme ve dedi kodu yapma alanlarında meziyetlerini kullanmaktan sakınmıyor. Bana kalırsa bu işten beslenenler bile var. Özelliklede dedikoduculukları yok mu? Onsuz yapamıyorlar, bunu yaşam kaynağı gibi görenleri tanımak bile mümkün. İftira gibi algılanmasın, kimse ben böyle yaşıyorum demiyor, ama dedi kodunun farklı bir yorumu altında, bunun gerekliliğine inanarak yaşıyorlar. Peki ne kazandırır, ne öğretir, hangi eksikliği giderir? Bir başkasının yaşadıklarını, yaşayış şeklini, konuştuklarını, giydiklerini, nereye gittiğini, ne yaptığını laflamak, neyi faydalı ve alınması gereken bir ihtiyaç yapar ki? Bu adamları neden ilgilendiriyorlar? Şu insanlara sormak isterdim. Hayatımızdaki ikinci ya da üçüncü şahıslar olarak gördüğümüz kişilerin hareketlerini takip etmek de neyin nesi oluyor. Kendisi için dedi kodu yapılan birinin buna alınganlık gösterip, hatta kavgaya dönüştürdüğünü görüyorum; ben bunu kendi yaptıklarının bir yansıması, bir tarafın diğer tarafa alışveriş tarzındaki iadesi, bedel ödemesi ve bu sorunun bir hastalık gibi salgınlaşmasıdır diyorum. Bir hayat bilgisi dersi gibi de düşünürsek eğer, bireylerin toplum içinde yer edinmelerinin bir yolu olduğunu düşünebiliriz dedikodu için. Bunun örneklerini verebilirim. Nasıl ki kişiliği oturmamış bazı bireylerin, kimlik arayışı içinde bocalarken, kendini çevresine kabul ettirmek için sigara, alkol, küfürlü konuşmak, kavgacı olmak gibi şeyleri ve şiddeti benimsiyor olması ya da bu özelliklere sahip birilerinin huyuna gitmek yolunu seçerler ya, sanırım kimisi de bunu dedi kodu yaparak sağlamaya çalışıyor diyebilirim. Etrafında olup biten heyecan verici, dikkat çekici hadiseleri, birilerine taşıyarak önemli bir eksiği tamamladıklarını düşünüyorlar. Böylece birilerini, bilmedikleri bir şeyden haberdar edip, bilgiyi getiren kişi duygusunu tatmış oluyorlar. Açıkçası bu işlerine de yarıyordu, gurup içindeki yerlerini de korumalarını sağlıyordu. Çok vahim ve acınacak bir durumdu bu insanlar için.

24 Mayıs 2009 Pazar

Yorgun "Dünya'"lının bilinmezliğe geri dönüşü...

Vücudumu top yekin ve amansızca içinde sürükleyen bu yorgun hayat esintilerinin beni aldığı yeri hatırlıyorum. Adına bataklık dediğim düşünen türün çıkar savaşları ve günahlarımın bütünleştiği hayatım… Renkleri belli belirsiz yahut solgun yaşam kalıntıları içinde ve aynada kahrolurcasına karşılaştığım bir bezgin beden, bu benim bedenim. Ruhani tavırlar içinde tahin edilmesi zor ufuklara kaçışımı izleyen yüreğimin, şimdi kendisini çok uzaklarında bulduğu o mesut yaşantıya, kırık parlamalı penceremden nasıl baktığını tasavvur edemezsiniz. Geçmiş yaşantımdan tam olarak sıyrılmak üzereydim. Es geçemeyeceğim bir gerçek daha vardı ki, o da ikinci benliğimin kısır ve soğuk sonbaharın etkisine girdiğiydi. Her şeye rağmen duygularıma getirdiğim kanaat esaretten kurtulduğuma dairdi. Ve dilediğim yaşama hakkımı içinde saklı tutan ücraya hızla yaklaştığımı düşündüğüm bir anda, bunun erken tasarlanmış bir mutlu olma düşünden başka bir şey olmadığını gösterircesine, daha hızlı, daha az mesafeden beni yıkmaya hazır karabulutlar Ay’ın siluetini tamamen örtmüş, acıma hissinden yoksun, bu umarsızlığımın üstüne geliyorlardı, büyüyerek ve daha karanlık.

Sonradan görme mahkum...

Parçalanmış ve kesik uykulardan uyandım. Ne kolumda ne de masamda bir saatim vardı. Zaman şimdi nerede seyir halinde bilmiyorum. Görüşme odasındaki duvar saatinin akrep ve yelkovanı hangi rakamlara sokuluyordur, düşünüyorum.
Gecenin yerleşik uyku düzeninin aklımda bıraktığı tesirler şu anki mahmurluğumla örtüşüyor. Ve ben gece uykusundan uyanmıştım, ayıldıkça bu tezim kuvvetleniyordu. Beni her an çağırabileceklerini bildiğimdendir belki zaman ayırımını mesele haline getirmemin nedeni. Kalbimin arzu ve istekler için çarpan yanı nede çok bekliyormuş bu çağırışı. Hala kendimi kandıracak mıyım?
İşte geliyorlar. Kapıya gürültüler yığılmaya başladı. Birden fazla kişi vardı.
“Hadi bakalım çık dışarı.”
Görevli ilk defa “Hadi bakalım” diyerek dışarı çağırdı. Sözlerinde sanki bir yumuşama ve bana karşı sert olmayı gerektirmeyecek bir hava vardı. Dahası var. Ben ürkekçe dışarı adımımı atarken, beni hoş görüyle dışarı davet eden adam yanındakilere, yeniden düzenlenmiş, boyanmış, değiştirilmiş bir oda istediğinden bahsediyordu. Bu sözler kaldığım yer içindi ve geri dönmeyeceğimi tescil eder gibiydi. Gerçekten şimdi çıkıp gideceğime, artık özgür olduğuma inanmak için daha hangi sözleri duymam gerekiyordu ki? Hiç kimse kolumdan bile sıkıca tutmamışken.
Öyleyse hiç acele etmemeliyim. Olgunlukla, ciddiyetle ve sakinlikle hareket etmeliyim. Zamanı gelince giden adam olmalıyım, gitmesini bilen biri. Ve veda etmeliyim buralara. Cezamı çekmemi sağlayan bu duvarlara, nedeni ne olursa olsun beni bir süre dışarıdaki hayatın şirretinden alıkoyan, saklayan bu binaya. Ve usulca çıkıp gitmeliyim. Daha dışarıda yeniden alışmam gerekecek, görmeye ve içinde yaşamaya devam etmem gereken koca bir hayat var, bize ettikleriyle bekleyen.
Yüzünü görmeye alıştığım, hafızama defalarca kaydettiğim ve dışarıda gördüğüm vakit tanıyabileceğim görevli memur beni dışarıya kadar uğurladı. Beni karşılamaya kimse gelmemişti. Bu duruma kızmadım elbet, hatta sevindim. Vasfiye teyzeye çıkacağım gün kimsesinin gelmemesi konusunda tembihlemiştim, bunun için ona yalvardım. Birinin hapisten çıktığımı vurgu yaparcasına, acıyan gözlerle kapıda beni bekleyecek olması pek manidarca olacak.
Şehrin oldukça dışında bulunan hapishaneden, şehrin içine kadar yürüdüm. Yanımda o eşsiz suçluluk duygusuyla. Korkuyordum. Yolda ilerleyişim hep gözler altındaydı sanki. İnsanlar aralarında benden bahsediyorlardı ve her şeyi biliyorlarmışçasına beni kınayan ifadelerle bakıyorlardı adeta. Bense kaçamak bakıyordum onlara. İstemeden de olsa, geldiğim yerin bir hapishane olduğunu anlatan bakışlardan çok, üzerimdeki pis koku ve yıpranmış eski elbiselerimi görmelerini ister gibiydim. Asıl görmelerini istediğim şeyin, yoksul ve acınacak halde olan birinin yollarından geçtiği görüntüleriydi. Esas dikkat çekmek istediğim nokta benim bu halimdi. O kadar yavaş yürüyordum ki, bana bakan gözlere işlediğim suçun ne olduğunu düşünüp bulabilmeleri için, ağır ilerleyen görüntüler sunuyordum sanki. Ve şehre vardığımda akşam olmak üzereydi.
Biraz olsun alışmıştım kendimi şehirde görmeye. Ve şehir beni görmeye alışmıştı bir nebze. Vefasızlığımla unutmuştum cadde isimlerini. Bedenim temkine bürünmüştü.
Peki ben nerde çalışıyordum. İstemeden, farkında olmadan çalıştığım caddeye gider de o binayı görürsem diye paniklemiştim. Bir an için fark ettim ki, tam bir suçlu olma durumunu yansıtıyordum. Kendime ve Vasfiye teyzeye verdiğim sözler hepten silinmişti aklımdan. Oysaki daha gidip Eyüp ustayı da görmem gerekecekti. İşimin en zor kısmı da bu olsa gerek. Belki de bu zorluktan bahane üretmeye çalışıyordum. Fakat gitmeliydim, kısa bir süreliğine ter dökecektim, çok sıkılacaktım biliyorum ama sonunda bitecekti ıstırabım. Ve o kapıdan içim rahat ayrılacaktım.
Adımlarımda bir hızlanma söz konusuydu. Bir süre yürüyünce yolumun sol tarafında denize doğru giden bir yol, palmiye ağaçlarının karşılıklı sıralanışını ve ötesinde denizin uçsuz bucaksız görüntüsünü gördüm. Tekrar heyecan bastı. Aklımda nedenini düşündüğüm bir korkuyla tam sağıma dönmüştüm ki, çalıştığım bina birkaç adım uzağımda duran çam ağaçlarının arkasından belirmişti. Paniklemiş ve saklanma ihtiyacı duyumsamıştım. Bina öylece durmuş ve benim bıraktığım hayatı içindekilerle devam ettiriyordu. Kim bilir yerimde kim vardı şimdi. Eyüp ustanın tekrar oraya döndüğünü biliyordum. Çenesinin altındaki sargıyla çalışıyormuş. Hepsi benim hatam, şimdi oraya nasıl giderim. Benim için ne diyecekti yerime gelen kişiye. İşte beni yaralayan adam budur mu diyecekti. Sonra diğerleri ne diyeceklerdi bana. Ama onlara kızgındım da. Kendimi de yaralanmış kabul ediyorum.
Ne yapar ne eder insanlarla tekrar nasıl barışırım bilmiyorum. Belki de daha sonra gelmeliyim, sonra gelmek daha uygun olabilirdi. Şimdi buna hazır değilim. En iyisi sahile gitmek. Evet, sahile gitmek bir süreliğine korkularımı, heyecanımı yenmeme ve düşünmeme yardımcı olabilirdi. Ne diyeceğimi önceden hazırlamalıyım. İyi bir giriş sonrasında çekingenliğim yenmiş biri olarak devam edebilirdim.
Daha fazla yaklaşmak yerine oradan uzaklaşmıştım. Görüşmeyi ertelemiştim. Biraz ilerlemiştim ki henüz yeni fark ettiğim bir şey, eski mutluluk veren görüntüsüyle gözlerime çarpmıştı. Bu Ay’dı. Grimsi bir bulut tozu inceden örtmüştü üzerini. Beni daha yakınına çağırdığını hissetmiştim. Ona güven ve sevgi bakışlarımı ilkinden hiç eksiksiz fırlatmıştım. Şanslı günümdeydim belki de…
Az sayıdaki insan gurupları her zamanki yerini almışlardı. Ay ile ilk buluşmamızda olduğu gibi bu ana da tanık olmaya hazırlanıyorlardı sanki. Tabi ben öyle sanmıştım. Sonrasında hiç ummadığım bir şey oldu. Sahile kadar gözerimi kapatarak, sadece görmek istediğim hayallerle gelmiştim ki burada gözlerimi açmış ve gerçekleri görmeye başlamıştım. Ay’ın üzerindeki ince sis bulutu hiç gitmiyordu ve daha da çoğalıyordu. Ve Ay çok ağır sözler sarf ediyordu bana, adeta tersliyordu beni. Mahcubiyetlilik bakışlarımı almıştım üzerinden. Sonra şu insan kümeleri, hepsi küstü sanki bana, daha az önce sevincimi paylaşmıyorlar mıydı? İçlerine katılmak gibi bir niyetim olduğunu önceden sezmiş gibiydiler. Beni umursamıyorlardı.
Şimdi daha açık anlıyordum, hayatım hep kötü geçecekti. Daha iyi yapacak her şeyden uzaklaştırmıştım kendimi. Ve yeminler etmiştim çok keresinde, yalnızlığı daha iyi yaşayacağıma. Şimdi istesem de yanlarına yanaşamam. O insanlar hikâyelerini, fıkralarını, masallarını, esprilerini eskitip üstüne yenilerini anlatıp unuturken, ben ise anlatılanların insana mutluluk veren, güldüren yanını daha yeni keşfedeceğim. İçlerine katılıp pay almak için geç kaldığımı fark edeceğim. Bu yüzden bazı ataklarım hiç görülmeyecek ya da yadırganacaktır. Kendimin çekip gittiği, onların da yok saydığı bir dünyada uyanıp duracağım sürekli. Artık Ay da sevmiyor, istemiyordu beni. Bu gün yapmam gereken bir şeyi yapmayışıma, sözümde durmayışıma öfkelenmişti, bu açıktı. Ve ben karar vermiştim, yarın bu şehri terk edeceğim.

22 Mayıs 2009 Cuma

Yaslandığım ağacın uyandırdığı ben....


Rüzgarlar çok uzaklardaki vapur seslerini kulağıma kadar getirme zahmetine girmişlerdi. Yorgun göz kapaklarımı aralamıştım ki, az ileride toprağın tümsek bir yerlerinde siyah bir bahar güvercini benden arta kalan yemeğimi yavrusuyla paylaşma nezaketini gösteriyordu. Güneş batmak için direniyor, yeşil bahçenin son misafirleri olan genç sevgililier, bu büyülü güneş kızılının altında aşklarını pekiştiriyor arzulu öpüşüyorlardı. Çok yükseklerde güçlükle görebildiğim nokta halindeki kuşlar, gündüzü terk etme telaşında gecenin çığırtkanlığını yaparken, daha ilerisini düşünemeyecek kadar geç kalmış olan ben, yaslandığım ağacın akşam rüzgarıyla kıpırdanışından binlerce zerre kadar etkilenip uykumdan uyanmıştım. Hayatımın en tatlı uykusuydu.