16 Haziran 2009 Salı

Korkularımın gerçeğe dokunduğu an...


Çoğu zaman şehirde gezinmenin zararıma olduğunu düşünüyordum. Zira bu şehir bana kötü yanını göstermek için, içinde yaşayanlarla birlikte kuvvetle muhtemel bir anlaşma içindeydi sanki. Ya da ben çok arsızdım da köşe bucak yaşanan ürkütücü şeyleri kendime çekiyordum, görmek ve kahrolmak için. Şehirler bilgisayar çağına girmişlerdi kuşkusuz. Daha önce bilgisayar görmeyen ya da kullanmayan biri için bile keyif verici olabilirdi, çocukların keşfetmek için tuşlarına dokunduğunu görmek. Fakat buna rağmen gözlerimi pür dikkat üzerinde tutmam gerekmezdi. Buna, artık kendini olgun ve yetişkin gören birinin, bunu anlamsız bulma olasılığından dolayı bakışlarını azaltacağı düşüncesi de eklenebilirdi, bütün yersizliğiyle tabi.

Bir kahve beni kesmemişti. İçinde aynı zamanda duvar diplerine sıralanmış bilgisayarların olduğu bu mekânda, bir yenisini istiyordum. Kahveme attığım şeker miktarını çoğaltmıştı ki, karıştırma süresi de o denli uzamıştı. Aklımda kendimle ettiğim bilgisayar muhabbetini unutmuştum bir an, ta ki o iniltileri duyana kadar.

İniltiler neredeyse ekrana gömülecek kadar bilgisayara yakın oturan, sırtı bana dönük çocuğun hemen gözlerinin dibinden, yani ekrandan geliyordu. Diğer çocuklar ise masa üzerilerine hafifçe eğilmiş, duvar örme tekniğiyle izlediklerini gizliyorlardı. Ayağa kalktım ve uzun boy avantajımla ekrana bakmaya çalıştım. Bu iniltilerin neye ait olduğunu, nereden çıktığını anlama merakı belirmişti kafamda. Aman Allah’ım…

Bir gölgeydi bu. Alışık olduğumuz, en bildik en tanıdıklarından. Yere uzatılmış, tutulmaya çalışılan bir gölge. Ve gölge kıpırdamaya çalışıyordu. Onu gaddarca tutan ellerin altından kaçıp kurtulmaya çalışan bir gölgeydi bu. Sanki bir güç bu gölgenin ne olduğunu görmemi istemiyordu. Belki de çok korktuğumdan algılayamamıştım. Ama çözülen şeyler vardı, etrafındaki nara atan insanlar, elinde parıldayan hançeriyle yüzü gizlenmiş bir cellât ve gölgenin sırtında bağlanmış bir çift el, gölgenin elleri… Böyle bir durumda bunu algıladığınız zaman aklınız başınızdan gidebilir ve benim için daha da çözülüyordu. Gördüklerim, asla hiçbir zaman hiçbir yerde, yaşanması muhtemel olmayan, uygulanması mümkün olmayan, insan metabolizmasını, fizyolojik yapısını, hücre aktivitelerini değiştirecek, sinir sistemini alt üst edecek bir şeydi. Çocukların çığlık atıp kaçması gerekirken, gördüklerini gülüşlerle izliyorlardı. Nesneler hareket ve belirlilik kazanmıştı. Bu bir insan yüzüydü. Acılar çeken, korkmuş, ürkmüş ve rengi gitmiş bir yüz. Bu bir insan ağzıydı, yalvarışlar sergileyen. Bunlar insan gözleriydi, son anlarını bile dehşetin, savaşın resmine bakar gibi kızıla bürünmüştü. Kuruyan pınarları tek damla yaş dökemeden, keskin bıçağın parıldayan yüzüne bakıyordu.

Elleri bağlanmış bir insan yerde kesilmeyi bekliyordu. Etrafındakilerden destek alan cellât, bıçağına sıkıca sarıldı ve yerdeki kurbanı kesmeye hazırlanıyordu, hem de hiç duraksamadan, acı duymadan bir insan kesecekti. Dünyanın en ağır suçunu bile işlemiş olabilirdi, yinede onu kurtarmalıydım, böylece bakamazdım. Bu küçük bilgisayar ekranından, kurbanın yanına uzayıvermiştim. Sahip olabildiğim bütün gücüm ve intikam duygumla yanındaydım kurbanın. Öyle güçlü olmalıydım ki, cellâdı ve yanındaki kötü adamları yok etmeli ve kurbanı çıkarmalıydım oradan. Yanıma daha büyük bir bıçak, tesirli bir silah almıştım. Kurbanın başında belirdiğimde insanlar kaçışmaya başlamışlardı. Şimdi ben daha güçlü ve en çok korkulacak kişi olmuştum. Cellât neye uğradığını şaşırmıştı, haklı bir öfkeyle onu yok edebileceğimi anlayıp oradan uzaklaşmıştı. Elimdeki dev silahtan çıkan iri mermileri sağa sola savurup çevreme korku yayıyordum. Bana karşı koyacak kimsecikler olamazdı. Bu gerekli ve yerinde bir davranıştı, başka türlü düşünmek kaybetmek olurdu. Hızlı ve çevik hareketlerle birazda korkuyla kurbanı çözüp kurtaracaktım. Kurbanlık bir hayvanın bile hayata bu şekilde veda edişine yaralanırken yüreğim, bu insanın hunharca katledilmesine seyirci kalamazdım.

Ellerimi kurbana uzatıp çekmeye hazırlanıyordum, fakat bir sorun vardı, ellerim bir türlü kurbana ulaşmıyordu, varamıyordum yanına. Gürültülü bir ses tonu, kalbimin şefkatini yok ediyordu. Buradan uzaklaşmam gerektiğini söylüyordu. Bir masam varmış, üzerinde yarım kalan kahvemle. Beni masama yönlendirmeye çalışıyordu ve bana dokunmasıyla uyanmıştım gene. Kendimi ekranın dışında buldum, bana dokunan mekân sahibiydi. Çocukların uçarı, haşarı eğlencelerine ortaklık ettiğimi düşünmüştü ki, “Sizde yerinize oturunuz” diyordu. Vücudumun refleks kabiliyeti gördüklerimin tesiriyle kaybolmuş, donup kaldığımı bilemezdi tabi. Bir kahramanlık rüyasına daldığımı, acıların beni esir aldığını bilemezdi elbet. Çocukları kovmuştu histeriyle. Son gözüme takılan karelerde inilti ve hırıltılarla bir adamın iştahla kesilmesi vardı. Cellâdın yüreği bir parça olsun acıma duyumsamayan, yaptıklarına göz yuman bir yapıdaydı, hiç tiksinmemişti kan akıtmaktan. Öyle bir adam görüyordum karelerde. Sonra son kareler belirdi, bitiş karelerini gördüm. Kesilen adam, başı gövdesinin üzerine konulmuş, üzgün bir yüzle bitiyordu görüntüler.

Onu kurtaramamıştım. Hoş, kurtaramazdım da, benimkisi sinir bozukluğumun yarattığı bir hastalıktı. (doktora gitseydim öyle derdi) Yine de utanç kavramı, belleğimi örülmüş duvar gibi kuşatmıştı. Katliamda küçük bir payımın olduğunu, insan olma ülküsüyle yüzüme çarpmıştı. Durun diyecek kimse yoktu oracıkta. Nara atarak seyrettiler kan akışlarını. Bir hayat o gün çok ucuza kapatılmıştı, ucuz ve çok kirli bir yolla. Hiç birimiz yoktu orada, hiç birimiz gözyaşı dökmedi.

Uzun süreler aklımdan hiç çıkmadı o görüntüler. Boğazımda sanki hep bir bıçak, nasıl olduğunu bilmediğim bir acıyla, kanımı akıtacak gibiydi. Bıçaklardan korkmuştum artık, hiç suçları olmadıkları halde.

Mekândaki çocuklar filmi kahkahalarla seyretmişlerdi. Onlar çocuktu belki, bir oyun gibi bakıyorlardı, kaybeden adam oyunu... Ama yüreğim normal bir şeymiş gibi algılamama karşı koymuştu. Ne vardı da sanki kalktım masamdan. Ne vardı görecek bu eşsiz kıyımı. İnsanlık insan olma özelliğini yitirmişti ya, inançlarımız, sevdalarımız yok olup gitmişti ya. Düşünen canlı tür, taş bile sayılamayacaktı, değersiz, anlamsız bir maddeye dönüşmüştü. Hatta bu hiç bilinmeyen bir maddeyi bile aşağılamak demek olmuştu. Elle tutulamıyordu varlığımız, hele gözle hiç görünmüyordu. Hiç yoktu, sıfırdı.

O mekânda yaşadıklarım geçmişimi hatırlatan ve bu şehirde ki şiddetli kavgaların, işlenilen günahların, bir insanı boğazlamayla kıyaslamaya götürecek olan küçük bir fotoğrafı olmuştu. Kimseyi boğazlamamış olmamız bizi masum yapıp, suçlarımızı alıp götürebilir miydi? Yoksa kendimi teselli mi ediyordum? Kafa kesen adamdan sonra rahatlıkla sokağa çıkıp, tertemiz duygusuyla gezebilir miydim? Gördüklerimin ve yaşadıklarımın suç unsurları ve niteliklerinin arasında kalmıştım. Belki daha günahsız, daha saftık, ama geçmişimizde yaşadıklarımız şimdi bende suçluluk duygusu uyandırıyor. Bazı şeyleri yeniden düşünüyor, yeniden hesaplıyorum.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Uzaktan "ben"i gördüm...


      Kendimle barışık olmadığım, kendimi beğenmediğim bir sabahtı. Bazen günün başka saatlerine de denk gelirdi bu. Sık sık yapıyorum bunu. Hayata küstüğüm anlarda, zaten iyi bir hayatım, iyi bir kazancım yoktu, hatta dikkat çekecek iyi bir görüntüm de yoktu gibisine bahaneleri, kızgınlığımın ve sebepsiz nefretimin nedeni sayıyordum. Bu şeylere sahip değilken, birde hayatı başkalarının planları için yaşıyor olmam, dayanılmaz bir şeydi. Bazen başımın ayrı, vücudumun ayrı varlıklar olduğunu düşünüyorum. Hatta insanların benden ürktüğünü de. Kalabalıkların içinde göze çarparım, dikkat çekerim. Böyle biriyken her an topun ağzında gibisinizdir. Güzel, bakımlı ve alımlı bir bayan ya da erkek, toplum düzenini sağlamaya çalışanların, suçlu ya da suç işleyebilecek kişileri arayanların gözüne rahatlık verirken, bense en çok gözlerine şüpheli adam olarak takılabilecek biriyim. En azından biraz daha güzel, biraz daha özene bezene yaratılmış bir yüze sahip olsaydım diyorum. Öyle biriyken, hayata barışıkken, bu saçma kuruntu ve hastalıkvari saplantılara sahip olmazdım, başka biri olurdum her halde.